TÜRKÇE'NİN ULUSLARARASI ŞİİR ŞÖLENLERİ
“Ben ki ateşle konuşurdum, selle konuşurdum
İdil’le, Tuna’yla, Nil’le konuşurdum
Sangaryos’u Sakarya yapan,
İkonyom’u Konya yapan
Dille konuşurdum”
Arif Nihat Asya
Türkiye’nin en eski, en köklü ve en güçlü sivil toplum kuruluşlarından birisinin, Türkiye Yazarlar Birliği’nin 23 yıldır başarıyla ve azimle sürdürdüğü bir “hareket” var ülkemizde.. Kardeşlik hukukuna gönül vermiş, ait olduğu medeniyetin bayrağını sonraki nesillere taşıma bilincini iliklerine kadar hisseden ve bu yüzden sınırlarını aşıp uzak coğrafyaların, orada yaşayan kardeşlerinin rüyasını gören, bir gün nasıl olsa onlarla kucaklaşmanın hayallerini kuranların “hareket”i bu..
Bu yürüyüşün adına “Türkçe’nin Uluslar Arası Şiir Şölenleri” demişler ilk yola çıktıkları gün.. Ve 23 yıldır coğrafyalarımızın kadim, kutlu şehirlerine ulaşan bu gönül yolculukları bugün artık bir “şükür hareketine, bir vefa yürüyüşüne ve kardeşlerin şiir ikliminde buluşma, tanışma, kucaklaşma” şölenine dönüşmüş bulunuyor.. Bu kutlu yürüyüşün ilk adımlarını atanlara, 23 yıldır Türkçe’nin ses bayrağını Türk’ün kültür coğrafyasında yüceltip dalgalandıranlara millet olarak şükran borcumuz vardır.
Yolculuk, Osman Gazi’nin bir milletin üzerine güneş gibi doğduğu Bursa topraklarından başladı.. Önce bu toprakta yatan ulu şair Süleyman Çelebi’nin “Allah adın zikr idelüm evvela” sözlerini vird-i zeban eyledi gelenler.. Uzun yolculuklara çıkmadan önce, kardeşlerine Anadolu’da ev sahipliği yapmaları gerekiyordu.. Geldiler.. Kimisi Taşkent'ten, kimisi Almatı'dan, kimisi Bakü'den, Tebriz'den, İstanbul'dan, Üsküp'ten, Lefkoşe'den, Londra'dan, Kazan'dan, Bişkek'ten, kimisi Aşkabat'dan, kimisi Tebriz’den geldi.. Koşarak geldiler bu davete.. Kucaklaştılar uzun uzun.. Geldiler.. Onlarla birlikte, engin bir coğrafya geldi. Dört deniz, yedi iklim geldi. Unuttuğumuz, yabancılaştığımız diller geldi. Okuduğumuz kitaplardan tanıdığımız şairler geldi, şiirler geldi. Göğün o bize özgü mavisi geldi, bozkırın sarısı geldi, en güzel kokularıyla dağ çiçekleri geldi birlikte.. Altaylardan, Tanrı Dağlarından, Kazak bozkırlarından, Kırım diyarından, Balkan dağlarından.. Onlarla birlikte, Tanrıya yakarışlarımız, aşk ve hasret şarkılarımız, yurt türkülerimiz, kahramanlarımıza yaktığımız destanlarımız, efsanelerimiz, ağıtlarımız geldi. Bütün renkleriyle hüznümüz, sevincimiz, aşkımız, ümidimiz, sözün özü unuttuklarımız ve de yolunu gözlediklerimiz geldi.
Coğrafyamızdan Portreler
Bu ilk buluşma bir “düğün”dü adeta.. Bir “dil bayramı” belki de.. Ataları doğunun da doğusundan gelen, Türkçe’mizi birlikte bu topraklara getiren bir milletin çocukları olarak tam 666 yıl önce fethedilen kutlu Bursa şehrinde, bilge sultan Osman Gazinin sancağı altında buluştular. Bu kucaklaşma hem geçmiş, hem de gelecek adına yapılıyordu.. Dilimiz ve şiirimiz için, kültürümüz için.. Bu aziz milletin kıyamete kadar bekâsı için.. Orhun'da asırlardır dağlarla, taşlarla, sularla, kurtlarla, kuşlarla dilleşen bengü taşların dili şimdi Bursa’da idi..
Evet Türkçe vardı, çünkü onun şairleri vardı.. Çünkü Türkçe’nin konuşulduğu her yer bizim vatanımızdı. Bu yüzden Yunus, Nesimî, Nevaî, Fuzulî, Bâkî, Nabî, Nef’î, Nâilî, Nedim, Galib, o gün hepsi Bursa’da idi.. Türkçe’nin bütün lehçelerinde en göz alıcı şiir kumaşlarını dokumak, dillerinin ses bayrağını burçların en yükseğinde dalgalandırmak için yarıştılar. Şölende ilk defa Türk şiirinin üç büyük ustasının, Nevaî, Fuzulî ve Yunus Emre'nin adlarını taşıyan büyük şiir ödülleri, Türk dünyasının yaşayan üç şairine verildi.. Sonraki bütün şölenlerde tekrarlanacak olan anlamlı bir gelenek de böylece başlamış oluyordu. Buna göre; Yunus Emre Ödülü’nü Özbekistan’dan Erkin Vâhid, Ali Şîr Nevâyî Ödülü’nü Azerbaycan’dan Firuze Memmetli ve Türkçe’nin büyük şairi Fuzûlî Ödülü’nü Kazakistan’dan Tomanbay Moldagali aldılar.. Ve Türkiye Yazarlar Birliği’nin 23 yıl önce başlattığı bu şiir yolculuğunun meş’alesi, ilk defa iki Türk başkentinde yakılmış oldu böylece.. Osmanlı’nın başkenti Bursa ve Selçuklu’nun başkenti, Orta Asya bozkırlarının bereketli nefesi Mevlana’nın şehri Konya..
İlk defa 1992 yılında Şeyh Edebali’nin, Osman Bey’in yurdu Bursa’da ve ardından Mevlana’nın toprağında, Konya’da dalgalanan Türkçe’nin ses bayrağı Anadolu’dan yola çıkmalıydı artık.. Asırlardır ayrı düştüğü kardeşlerinin vatanlarına doğru bir şiir kervanı düzmenin de vakti gelmişti.. İlk menzil, “dombraların rüzgar hızıyla koşan atlar kadar çabuk çalındığı” Kazak bozkırlarının incisi Almatı oldu..
Evet, doğumuzla batımız, kuzeyimizle güneyimiz yüzyıllar sonra yeni bir kültür şöleni için bir araya geliyordu. Bilmem kaç asırlık hasret bitiyor, yeni zamanlara gidecek yeni yolculuklar başlıyordu şimdi.. Bursa'nın Uludağ'ında güneşin doğuşunu görmüştü onlar bir zaman, işte şimdi o güneş Almatı'nın Alatav'ından doğuyordu onların üzerine.. Birbirine yabancılaşmış kardeşlerin zengin dil, edebiyat ve şiir sofraları üstüne.. Anadolu bozkırlarında kubbe saltanatına dönüşen Kazak bozkırlarının köhne çadırları, asırlardır bu çadırlarda yaşayıp giden Yesevi Dede’nin bağrı yanık torunları bağrına basmıştı şimdi kardeşlerini.. Şiir niyetine.. Ve sohbetler edildi, şiirler okundu üç gün boyunca.. Kazakistan buluşması, Dağıstan’dan Murat Avazov’a, Nesîmî; Türkiye’den Bahattin Karakoç’a, Abay ve Çuvaşistan’dan Raiza Sarbi’ye, Necip Fazıl adına konulan Türkçe’nin büyük şiir ödüllerinin verilmesine de tanık oluyordu..
Şairin; “Kıbrıs bir ada mıdır, yoksa cennetten bir parça mıdır?” dizeleri, gün geldi o şiir bayrağını kervanıyla birlikte Kıbrıs’a taşıdı. Bilirsiniz, bizim menkabevî tarih kitaplarımızda Osman Bey'in bir düşünden bahsedilir. Osman Bey, rüyasında bağrından bir çınarın fışkırdığını görür; bu çınar hızla büyür.. Ve gün gelir dalları, yaprakları üç kıt'anın ülkelerini gölgesi altına alır. Bu rüyayı Şeyh Ede Balı şöyle yoracaktır: Bu, Osman soyunun büyük bir devlet kuracağının müjdesidir... Evet, Türkiye Yazarlar Birliği’nin 1992 yılında Osmanlının ilk başkentinde, Uludağ’ın eteklerinde, Bursa'da diktiği o çınar fidanının dalları önce Kazakistan bozkırlarına, ardından Horasan diyarına, Türkmenistan sahrasına uzanmıştı.. Önce Kuzeye, sonra doğuya uzanan bu genç fidanın bir dalı da işte şimdi güneyde uç vermişti.. Yani ses bayrağımız şimdi Türkçe’nin güney ucunda, Kıbrıs'taydı.
Kıbrıs, bizim için acı hatıralar yurduydu. Savaştı, ölümdü, gözyaşıydı, şehidlikti, gazilikti, vazgeçilmezlikti, daha da ötesi sevmekti, vatancasına.. Ve bu şölen onu haykırmıştı dünyaya.. Barışı ve kardeşliği.. Sevgiyi.. Kuzey Kıbrıs'ta, Türkçenin en güneyinde, Türkçe'nin Uluslararası Şiir Şöleni dolayısıyla bir araya gelen söz ustaları, şairler, o gün, savaş çığlıkları atan bir dünyanın karşısında barışı haykırdılar dünyaya.. Türkçe’nin büyük şiir ödülleri ise bu kez şöyle dağıtılıyordu: Babür Şah Ödülü, Türkmenistan’dan Atamurat Arabay’a; Şeyh Gâlib Ödülü, Afganistan’dan (ABD) Ergeş Uçkun’a; Ârif Nihat Asya Ödülü, Kırım’dan Şakir Selim’e..
Ve işte odlar yurdu Azerbaycan’nın başkenti Bakü.. 1992 yılında Bursa ve Konya’dan yola çıkan muhabbet kervanına sekizinci olarak Bakü ev sahipliği yapıyordu.. Bu kervanın yükü, binlerce yıllık dil ve şiir yüküydü.. İpekten yumuşak, demirden sert, kılıçtan keskin, altından değerliydi bu yük.. Hava kadar ihtiyaç, su kadar vazgeçilmez, toprak kadar gerekli bir mirastı bizim için.. Şiir olmasaydı Türk’ün böylesine zengin bir edebiyatı, böylesine renkli bir kültürü, böylesine hayranlık uyandıran bir sanatı olur muydu acaba?
Murad Hüdavendigarın toprağı, Âkif’in atayurdu Kosova, ses bayrağımızı yükselttiğimiz, insanımızı Türkçe’nin şiir iklimine taşıdığımız beldelerin dokuzuncusu olmuştu.. Eğer Murad Hüdavendigâr, Kosova sahrasında yüzyıllarca önce o muhteşem şiiri şehid kanlarıyla yazmasaydı, o gün hiç birimiz orada olmayacaktık belki de.. Osmanlı’nın en muhteşem gazâ destanını yazan Prizrenli Sûzî Çelebi’nin ya da; “Priştine’de bir çocuk doğsa diviti belinde doğar, Prizren’de bir çocuk dünyaya gelse adından evvel mahlasını koyarlar” diyen Âşık Çelebi’nin şehri Prizren de olmayacaktı belki..
Coğrafyamızdan Portreler
Edebiyatımızın ilk şehrengizini Edirne için yazan Mesîhî’nin şehri Priştine de… Ve istiklâl şairimiz Âkif’in baba yurdu İpek de.. Bu yüzden önce ona, o ulu Sultan, Murad Hüdavendigar’a şükranlarımızı sunduk, fâtihalar armağan ettik… Hani; “Dağ ne kadar yüce olsa da yol onun üzerinden aşar” demişler ya, işte o yüzden bu şiir kervanı da sadece dağları aşmakla kalmadı, gök mavisi denizler aştı, çoşkun nehirler geçti, bereketli ovalardan süzülüp Rumeli’nin bu şiir şehrine, Prizren’e ulaştı.. Ve Rumeli’nin “misafirlikte unutulan çocukları” da böylece bu şiir buluşmasını kavuşma bayramına çevirdiler..
Kırgızistan, aslında Türkiye’ye birçok komşu ülkeden çok daha yakındı. Sınır tanımayan bir dil, din ve gönül buluşmasıydı bu.. Bu millet, asırlarca önce işte o destanlar diyarından çıkmış, vardığı yerlerde sayısız destanlar yazmıştı. Şimdi de şiir meydanının erleri Manas’a eş destanlar yazmak için kıt’aları aşmışlar, Kırgız kardeşlerinin vatanına gelmişlerdi. Ve hep beraber; “Bu günleri gösteren Allah’a hamd olsun! Kudayga min şügür bolsun!” dediler..
Bişkek şölenine çeşitli Türk yurtlarından ilk defa katılan şairler vardı. Altay gibi, Tuva gibi, Hakas gibi… Geleneksel şiir ödülleri verildi burada da.. Yusuf Has Hacib büyük ödülünün Altay Özerk Bölgesi’nden Brontoy Bedurov’a; Manas büyük ödülünün Türkiye’den Hicabi Kırlangıç’a; Namık Kemal büyük ödülünün de Tataristan’dan Rifat Salahov’a layık görüldüğü şiir buluşması tam bir Kırgız şölenine dönüşmüştü.. Hiç kuşkusuz gelenlere sevindik, gelemeyenlere üzüldük Bişkek’te.. Evet, Ali Şîr Nevayi’nin, Hüseyin Baykara’nın, Sekkâkî’nin, Mevlânâ Lûtfî’nin, Şeybânî Han’ın, Ebu’l-Gâzî Bahâdır Hân’ın, Hâfız Harezmî’nin, Bâbür Şâh’ın, Hâmit Alimcan, Erkin Vahidoğlu, Abdullah Ârifoğlu, Rauf Parfi, Gûlçehre Nurullayeva, Amar Matcan, Dedehan Hasan, Muhammed Salih, Hasiyet Baba Muradoğlu, Azim Süyün, Umsan Azimoğlu, Şevket Rahman, Erkin Azam, Hurşit Davran, Tahir Kahhar, Sait Ahmet ve Naim Karimov’un yurduna, kadîm Çağatay diyarına selam yollandı Bişkek’ten, ya da Firunze’den..
Sonra, kültürel varlıklarını asırlardır koruyan ve yaşatan Kazan-Tatar Türkleri'nin edebî öncüleri Fâtih Hâlidî’ye, Abdurrahman İlyasî, Ayas İshakî ve Kayyum Nairî’ye, Mecit Gafurî, Abdullah Tukay, Kerim Tinçura, Alimcan İbrahim, Aziz Ubeydullah, Abdurrahman Sadi’ye selamlar gönderildi. Ve son olarak Çin’den başlayıp Adriyatik sahillerine ulaşan bu büyük coğrafyada bize selam yok mu diyen; Doğu Türkistanlı, Moğolistanlı, Afganistan’lı, Çuvaşistan ve Başkurdistanlı ozanlarımıza; Altayların, Hakasların, Tuvaların, Yakutların, Nogayların ve Kumukların, Karaçay-Balkar Türklerinin bütün şairlerine büyük Türk milleti adına Tanrı dağlarının eteklerinden kucak dolusu selam gitti.
Kazan Kremlin adı verilen tarihî yapılar topluluğu, bir yüzünü İdil/Volga’ya, diğer yüzünü Kazan’a çevirmiş büyüleyici bir tabloydu.. Bütün Sovyet bloku şehirlerinde görmeye alışık olduğumuz alabildiğine geniş bulvarlar, son derece estetik tarihi yapılar, modern ticaret ve alışveriş merkezleri, Kazan’ı göz kamaştıran bir kent haline getirmiş.. Yaklaşık 2 saati aşan bir gemi yolculuğundan sonra ulaşabildiğimiz İdil’in ilk sakinlerinin yurdu Bolgar ise bizi asırların ötesine götürdü.. Uyanmak istemediğimiz bir rüyaya dalıp gitmekti o sanki.. Ama rüya işte..
Türkiye Yazarlar Birliği'nin Tataristan'ın başkenti Kazan'da düzenlediği 11. Türk Dünyası Şiir Şöleni de büyük ödüllerin sahiplerini bulmasıyla sona erdi. Başkurdistan'ın büyük şairlerinden Remi Garipov ödülü Özbekistan'dan Fahreddin Nizamov'a; Tatarların büyük şairi Abdullah Tukay ödülü Türkiye'den Ali Ural'a ve şahsen benim de hayatı, edebi şahsiyeti ve şiirlerine dair bilgiler sunmaya çalıştığım Muhibbî yani Kanuni Sultan Süleyman ödülü de Kırımlı şair Rüstem Celilof'a verildi.
Muhibbî’nin Hürrem Sultan için söylediği bir gazeli ile O’nun, İslam Peygamberi Hz. Muhammed için kaleme aldığı bir naatını dilim döndüğünce yorumlamaya çalıştım. Karaçay-Balkar Cumhuriyeti'nden Nogay şairi İssa Kapaev'in elinden aldığım, tasarımını Bekir Sıddık Soysal’ın yaptığı o zarif katılım beratı şölenin unutulmaz hatıraları arasında yerini aldı.
Son şölenle birlikte 23 yıldır yollarda olan bu kervanın artık aramızda olmayan yolcuları da vardı ne yazık ki.. Onlar da hüzünle yâdedildi bir bir..
Bunca yıllık bu yolculuklar, bu buluşmalar, bu şölenler bize neyi öğretti, bize neler kazandırdı diye soranlar olacaktır elbette.. Bir defa şunu hiç gözardı etmeyelim: Dünyanın farklı iklimlerinden bu şölenlere gelen, değişik lehçelerle, şivelerle konuşan şairler ve yazarlar topluluğunun üzerinde düşünmesi gereken çok çok önemli bazı hususlar vardı.. Tabii ki bunların kardeşler arasında paylaşılması, bunların oturup konuşulması gerekiyordu..
Ne acıdır ki şu anda hayatta olan yazarlarımız, şairlerimiz bile birbirini yeterince tanımıyor, ne yazık ki birbirinin klâsiklerini bile bilmiyorlardı.. Kardeşler birbirini unutmuştu adeta.. Oysa İstanbul’da, Kahire’de, Bahçesaray’da, Bakü’de, Tebriz’de, Kazan’da, Taşkent’te bundan bir asır evvel basılan kitaplar, çıkarılan dergiler bütün dünyamızı aydınlatıyordu.. Demek ki zaman, -ne acıdır ki- bizim için tersine işlemişti sürekli.. Giderek karanlıklar içinde kaldık... Birbirini tutan ellerimiz ayrıldı, uzak düştük, ayrı diyarlarda kaldık.. Neredeyse ana dilimizi, öz lisanımızı unuttuk.. işte bunları konuşmalıydık kardeşlerimizle.. Ve şükür ki konuşabildik.. Günlerce, gecelerce konuştuk.. Ama bitiremedik..
O zamandan bu zamana Türkiye Yazarlar Birliği’ne “genel başkan” unvanıyla bu şölenlerin içinde olan, hizmet eden, katkı sağlayan insanlar vardı kuşkusuz.. Ve bizim de onlara bir teşekkür borcumuz olmalıydı.. Başta D. Mehmet Doğan olmak üzere, Dr. Necmettin Türinay, Dr. Nazif Öztürk, Mehmet Atilla Maraş, Dr. Lütfü Şehsuvaroğlu, İ. Ulvi Yavuz, Dr. Yakup Deliömeroğlu, Prof.Dr. Hicabi Kırlangıç ve adını anamadığım bir o kadar güzel insan, gizli kahraman.. Onlar alemdarlar, onlar söz bayrağını önde taşıyanlar oldular bu süre içinde.. Onlar içinde birisi var ki, onun bu şölenlerin yirmi yılı aşkın bir zamandır yapılışında el emeği, göz nuru ve alın teri vardı.. Onun istisnasız 11 şölenin hepsinde unutulmayacak gayret ve çabaları vardı.. O isim Türkiye Yazarlar Birliği’nin şu anda şeref başkanlığı unvanını taşıyan güzel insan D. Mehmet Doğan’dı.. Ömrü uzun olsun..
Bu şölenlerin unutulmaz taraflarından birisi de hemen hepsinde Türk şiirinin sorunlarını dünü ve bugünü ile mercek altına alan, saatlerce süren ciddi tartışmalarla irdeleyen, “atölye” çalışmalarına yer verilmiş olmasıydı. Her şiir şöleninin ardından “Güldeste” adıyla çıkarılan “şölen kitapları” ise söz konusu şölenlerin kültür tarihimizde kalıcı olmasını sağladı kuşkusuz.. Emeği geçen herkese teşekkürler ediyoruz..
Evet, aslında uzun, çok uzun, bin yılı aşan bir gönül yolculuğunun bir başka adıydı bu şölenler.. Yol uzun coğrafya genişti.. Sadece Anadolu ile başlayıp Anadolu ile biten bir şiirin tarih yolundaki macerası olsaydı belki daha kolay olurdu.. Çin’den başlayıp Adriyatik sahillerine ulaşan bir coğrafyanın; Doğu Türkistan’ın, Moğolistan’ın, Kırgızistan ve Kazakistan’ın, Afganistan’ın, Çuvaşistan ve Başkurdistan’ın, Altayların, Hakasların, Tuvaların, Yakutların, Nogayların ve Kumukların, Karaçay-Balkar Türklerinin, Kırım’ın, Gagavuzların, Romanya’nın, Bulgaristan ve Makedonya’nın, Kosova’nın, Batı Trakya’nın, Kıbrıs’ın, Suriye’nin, Kerkük’ün, Azerbaycan, İran ve Anadolu Türklerinin şiir coğrafyasından söz ediyorum tabii.. Bu bir nehirdi..
Orta Asya yaylalarından, Orhun’dan, Sibirya’dan, Ötüken’den, Urallardan, Altayların, Tanrı Dağlarının eteklerinden doğan, Batıya doğru bütün Asya topraklarını uzun bir yolculukla geçen, Anadolu’yu ardında bırakıp Akdeniz’de biten bir nehrin yolculuğuydu bu.. Suyunu işte bütün bu coğrafyalardan alan bir nehir.. Bu, Türk şiiriydi..
Türkiye’de kültürle, sanatla ve bilhassa şiirle az da olsa ilgisi bulunan insanlar şunu artık çok iyi biliyorlar: Bunca yıldır bu şiir şölenleri, milletimizin asırlar sonra bu topraklarda deyim yerindeyse bir semender gibi yeniden küllerinden doğuşuna, dirilişine şahitlik ediyor. En azından buna zemin hazırlıyor. Bizi kardeşlerimizle yakınlaştırıyor, tanıştırıyor, ebedi dostlukların temellerini atıyor. Her şölenle birlikte millet olarak ufuklarımız genişliyor, dostlarımız çoğalıyor, millet olma bilincimiz güçleniyor. Bu şölenler aslında çok açık bir biçimde siyasî sınırların zaman içinde değişse bile, kültürel sınırların her zaman kalıcı olacağını da gösteriyor. 1000 küsur yıl önce bu coğrafyaların her birinden kalkıp Anadolu’ya, Rumeli’ne göçmüşüz..
Yahya Kemal’in o unutulmaz; “Türkçe’nin çekilmediği yerler vatandır” sözünü bir kez daha hatırlayarak ve hatırlatarak diyelim ki: Bu kültür kervanı, Türkçe’nin ses bayraktarı şairlerimiz, bu gönül erleri, bundan sonra da Türkçe’nin ses bayrağını henüz ulaşamadığımız yerlere taşımak, bu bayrağı Türk şiirinin burçlarına dikmek istiyor..
Şu bir gerçek ki gönüllerimiz, gelecek yıllarda Türk şiirinin unutulmaz şairi Nevayi’nin yurdu Taşkent’te, Semerkand’da yahut Buhara’da; dede toprağımız Kaşgar’da, Balasagun’da, Herat’ta, Gazne’de, hatta Mevlana toprağı Belh’te, Yesevi diyarı Türkistan’da, Tebriz’de, kim bilir belki kadim bir Selçuklu Başkenti Isfahan’da, gülün ve santurun diyarı, Hafız’ın ve Sa’di’nin şehri Şiraz’da, hatta Rumeli’nin mahzun güzeli Saraybosna’da bu gönül meclislerini açmak, bu şiir şölenlerini sürdürmek istiyor. Gidilecek daha o kadar çok yer, göreceğimiz, tanışacağımız o kadar çok kardeşimiz var ki.. Allah’ın yardımıyla, şiire gönül veren insanlarımızın gayretiyle, devletimizin, kadirbilir, vefakar devlet büyüklerimizin ve aziz milletimizin bu kutlu yolculukta her zaman yanımızda olacağına inancımız tamdır.
Türkiye Yazarlar Birliği olarak, Türk şairlerine bu vefa yürüyüşünü neredeyse çeyrek asra ulaşan bir zamandır sürdürme fırsatını veren Allah’a hamdediyoruz.. Dilimizin ses bayrağının ülke ülke taşınmasında bugüne kadar az veya çok emeği geçen her şahsı, her kurum/kuruluşu minnet ve şükranla anıyorum..
Yolumuz açık olsun.
Yorumlar
Yorum Gönder