BİR HÜZÜN ÜLKESİ : AHISKA

 


Ahıska gül idi gitti

Bir ehl-i dil idi gitti

Söyleyin Sultan Mahmud’a

İstanbul kilidi gitti



Posof çayının eteklerinden tutarsanız o sizi Kür nehrine ulaştıracaktır.. Biz ona Kura diyoruz aslında.. İşte tam oradan, çok değil 5-6 km. giderseniz Kartalin tepelerinin güney eteklerinde genişçe bir vadide kurulmuş eski unutulmuş bir ata yurdu karşılayacaktır sizi.. Burası Ahıska’dır.. Yitik bir sevgili, vefasız aşıklarını bekler gibi bekler sizi orada.. Söze nereden ve nasıl başlanır bilemem.. Kabuk bağlamış eski bir “yara”nın adı mı desem, umut mu, hasret mi desem.. Görünen ve anlaşılan o ki şimdilerde dayanılmaz bir yalnızlığın adı olmuş Ahıska.. Gürcüler – kimbilir belki de Ruslar- şimdi ona Akhal-Tsikhe diyorlar.. Ak Kale demekmiş.. 



Ahıska'nın İşgalini tasvir eden bir tablo..

     Çok eskilere, taa Hz. Osman devrine kadar giden bir tarihi var bu hüzün yurdunun.. Kendilerini “Evlâd-ı Fâtihan” olarak tanımlıyorlar Ahıskalılar.. Israrla ve biraz da gururla, ama derin bir hüzün eşliğinde atalarının Anadolu’dan bu diyarları fethetmek için geldiklerini, o gün bugündür buralarda kaldıklarını söylüyorlar. Ne zamana kadar derseniz, tâ ki bu topraklar Edirne antlaşmasıyla Ruslara bırakılıncaya kadar.. Bir Atabekler ülkesi olan Ahıska’daki son Atabek ailesi, 16 Mart 1921 yılında Türk ordusunun Ardahan’a çekilmesi sırasında 16 kızaklı bir göçle çoluk-cocuk Ahıska’dan bir daha hiç dönmemek üzere ayrılarak Ardahan’a gelinceye kadar.. Bir zamanlar anlı şanlı bir Türk yurdu olan Ahıska’dan şimdilerde geriye kalanın şehre girişte karşımıza çıkan Ahıska kalesinden ibaret olacağını nereden bilebilirdik ki..


Ahıska Kalesi

Tarihte Ahıska Türkleri ya da Meshet Türkleri olarak anılan bu Türk boyu, 1944”lü yıllara gelinceye kadar bugünkü Gürcistan’ın Acar muhtar cumhuriyetinde Meshet sıradağlarının bulunduğu yörelerde ve Türkiye sınırına komşu bölgelerde yaşamaktaydılar.. Kafkas kavimleri içinde dilleri Anadolu Türkçesine en yakın olan Meshet Türkleri, diğer Kafkas kavimleri içinde “Türk” adını alan tek topluluktu.. Bu ismi özellikle kullandılar onlar.. Kuşkusuz bu kimlikle anılmanın ve bilinmenin bedelini de tarih sahnesinde en ağır biçimde ödediler.. Biraz tarih okuyanlarımız Ahıska Türklerinin başına gelen hazin macerayı bilirler.. Anadolu topraklarına en yakın Türk boyu olmanın bedeli idi bu aynı zamanda.. 1926 yılında yapılan nüfus sayımında “Türk” olarak sayıldıklarında 140.000 civarında bir nüfusa sahiptiler. Bu rakam aslında Gürcistan’ın genel nüfusunun %5’i anlamına geliyordu.. İşte bu topraklarda böylesine önemli bir nüfus potansiyeline sahip Kafkasların bu çileli topluluğu 1944 Kasım’ında topyekün bir sürgünü yaşadılar.. Sürgün.. Etin tırnaktan ayrılması gibi bir şey.. Aynı kaderi paylaşan Kırım Tatarları gibi.. Kafkaslarda yaşayan Karapapak, Türkmen, Hemşin, Karaçay, Balkar ve Çeçen-İnguşlar gibi.. Yediden yetmişe yüzbinlerce masum insan Sovyetler birliğinin kuş uçmaz kervan geçmez bozkırlarına kovuldular.. Gerekçe son derece masumdu oysa..! 



Ahıska Kalesi

Onları yaklaşan Alman tehlikesinden korumak..! Ama tarih de buna şahittir ki en büyük suçları Anadolu’ya çok yakın olmaktı..! Gittikleri coğrafyalarda insan olma onurunu zedeleyen, insanlık dışı yaşama şartlarının onları beklediğini bilemediler.. Kafkasya’nın bu Türk ve Müslüman halkları, Kafkas kartalı Şeyh Şamil’in torunları artık Ukrayna’da, Kazakistan’da, Özbekistan’da, Kırgızistan’da velhasıl Sovyetlerin en ücra köşelerinde, güya sınıfsız Sovyet toplumunun adı sanı tarihe karışmış toplulukları oldular.. Gittikleri yerlerde itelenip kakıldılar, dışlandılar, hakaretlere maruz kaldılar, insanlık dışı şartlarda hayatlarını sürdürmek zorunda bırakıldılar.. Yahudiler ve Ermeniler gibi onların bir diasporası da yoktu üstelik.. Onlar da zaten insandan sayılmadıklarını çoktan anlamışlardı.. Acılarını kimselere açamadılar.. Belki yıllarca birbirlerine sarılıp gizli gizli ağladılar.. Kimisi anasın kaybetti, kimisi oğlunu.. Kimisi babasından haber alamadan yabancı diyarlarda ölüp gitti, kimisinin kardeşleri gerçek kimliklerini kaybedip “mankurt” oldular..



Kale'den Ahıska Şehri


Vitrinleri neredeyse boşalmış, raflarında üç beş parça temel ihtiyaçlardan başka bir şey bulunmayan savaş artığı bir görünüm sergileyen çarşılarında bir yürek yangınıyla dolaştık Ahıska’nın.. İşsiz güçsüz insanların boş boş dolaştıkları bir Gürcü şehri şimdilerde Ahıska.. Ya bizimkiler diyeceksiniz tabii ki.. Sürgünden dönen sadece  5-6 aile yaşıyormuş şimdilerde Ahıska şehir merkezinde.. Ahıskalıların çoğu köylerde yaşıyorlarmış.. Bu ailelerden Alaattin Halilof  ailesiyle tanıştık Ahıska’da.. Babalarının sürgünde olduğu Özbekistan’ın Semerkand şehrinde doğmuş Alaattin Bey.. Aile, Ahıska’ya dönmek üzere Özbekistan’dan ayrılıp önce Azerbaycan’a, ardından baba-dede vatanı Ahıska’ya gelmişler.. Dönüşte bir kardeşi de Çeçenistan’a gitmiş.. Gidiş o gidiş bir daha da görüşememişler..


Ahıska Kalesi

Ahıska’da Ermeni, Yahudi, Rus ve çok az sayıda da olsa Türklerden oluşan karmaşık bir yapı var. Özellikle Ermeniler buraya 1828 Osmanlı-Rus savaşlarından sonra Kars ve Erzurum civarından getirilerek iskân edilmişler. Çoğu gayet güzel Türkçe konuşabiliyor.. Misafirliğimiz esnasında Alaattin Bey ve Hanımının eli ayağı birbirine dolaşıyor.. Ne yapacaklarını, bize nasıl ikramda bulunacaklarını bilemiyorlar..Çay diyorlar, kahve diyorlar, yemek diyorlar ama biz de anlıyoruz ki bu güzel insanların gönülleri kadar mutfakları zengin değil.. Dar bir sokağa bakan bir teneke barakayı bakkal dükkanı yapmış Alaattin Bey.. İki kişinin bile içine aynı anda giremeyeceği bir ekmek teknesi.. Bir öğretmen maaşının yaklaşık 25 dolar civarında olduğunu söylersem gerisini siz düşünün artık.. Daha çok tarımla uğraşıyor Ahıskalılar.. Toprağı olan ekip-dikiyor, bazıları da hayvancılıkla uğraşıyor.. Sanayi mi? Rusya’nın neresinde kalmış ki burada olsun..! Tarımla uğraşanlar daha çok Ermeniler ve Azeriler iken, Gürcüler daha çok bilim ve sanat dallarında çalışıyorlar.. Yani birinci sınıf işler.. Ressamlık, müzisyenlik gibi..Tabii devlet dairelerinde yöneticilik, askerlik, doktorluk gibi seçkin meslekler de onlar için.. Kültür, sanat, edebiyat ve siyaset hep Gürcüler için..



Ahıska Kalesi

Ahıska Türklerinin üzerine ısrarla vurgu yaptıkları bir konu var.. Yalnızlık.. Kimsesizlik duygusu bu insanların iliklerine kadar işlemiş.. Her bakımdan yalnızlık ve kimsesizlik.. Düğün yok, bayram yok, tanıdık yok.. Kendi vatanlarında yalnızlığı paylaşıyor bu 5-6 aile.. Bir zamanlar buralardan 200.000 kişiyle gitmek, ama sonra geriye 20.000 kişiyle bile dönememek.. Alaattin Bey, çocuklarının yetiştiğini, evlenme zamanlarının geldiğini söylerken gözleri doluyor. Bu sadece fakirlik değil tabii..”Kiminle evlendirelim” deyip döküyor yıllardır içinde biriken acıları ortaya.. Ermeniyle mi? Gürcüyle mi? Rusla mı? Çocuklarımızı kiminle evlendirelim..? 



      Alaattin Bey mutlu görünüyor.. Çünkü Türkiye'den misafirleri var.

Onlarla evlendireceksek buralara daha niçin döndük diyor gözlerimizin içine bakarak.. Bakışlarımız önümüze düşüyor ister istemez.. Kültürel kimliğin ne durumda olduğu malum.. Duyarlılıklar eskisinden çok daha sağlam.. Beklentiler fazla.. Türkiye hâlâ büyük bir umut kapısı onlar için.. İsmi bile yetiyor.. Bir de inanç meselesi var tabii.. Yokluyorum, sonuçta derin bir “yara”ya daha bilmeden tuz bastığımı çok geç anlıyorum.. Ahıska kalesinde müze haline getirilen eski camide iki kişiyle bayram namazı kıldık diyor Alaattin Bey.. İki kişi.. İşte yalnızlığın bir başka boyutu.. Ezan yok.. cami yok.. mescit yok.. Bir zamanlar şehrin en güzel camii imiş Ahmediye  Camii.. Kalede okunan bu ezanları belki Şeyh Şamil bile duyarmış.. Ama şimdilerde bu kalenin bedenlerinde acı acı baykuşlar ötüyor.. Rus mu yoksa Gürcü mü, ne olduğu bilinmeyen bir isim kalmış geriye Ahıska’dan..  Evet; “Ahıska bir gül idi gitti”..



Ahıska Kalesi


Ahıska’nın bir başka mahallesinde 1944 dramını bizzat yaşayan nur yüzlü iki insan Etem Dede ile Pamuk nineyi ziyaret etmeyi unutmuyoruz.. Korkunun iliklerine işlediği bu insanlar bizi biraz tedirgin karşılamış olsalar da çabucak sahipleniyorlar.. Küçücük odalarının duvarında bir Özbek kilimi.. Diğer tarafta kocaman bir Mahzun Kırmızıgül posteri.. Sormaya fırsat kalmadan anlatmaya başlıyor Pamuk Nine.. Gözleri dolu dolu.. Bir tek tavuğumuzu bile yanımıza alamadık diyor.. 13 yaşında imiş o zaman.. Hayvanlar gibi vagonlara doldurdular bizi diyor.. 1 ay süren bir tren yolculuğu.. Yolda çoğu açlıktan ve soğuktan öldü, diyor.. Trenin durduğu istasyonlarda bize sadece bir tek şey soruyorlardı, “içeride ölü var mı?”. Ölülerimize bir mezarı bile çok gördü bunlar derken yaşadığı acıları bir kez daha bütün tazeliğiyle yaşıyor Pamuk Nine.. 



Ahıskalı İki Çilekeş: Etem Dede ile Pamuk Nine

Balkan Türklerinin yaşadığı acılar geliyor gözlerimin önüne.. Ne çileli bir milletmişiz Allahım.. Ve Türkiye bu insanlar için bitmez tükenmez bir umut kaynağı hâlâ.. Evin en güzel köşesindeki televizyonlarından her akşam Türkiye’yi bu umutla izliyorlar ve Türkiye özlemlerini ancak böyle bastırabiliyorlar Ahıskalılar.. Pamuk Nine’den ayrılış hayli zor oluyor.. Yaşlı bedeninden belli belirsiz bir ses çıkıyor ayrılırken: Yavrum, bana Türkiye’den bir mevlit kitabı gönderin, ne olursunuz, diyor.. Yüreğimiz kanıyor..



Komünizmin Gürcistan'a Hediyesi : Çağdaş Ahıska..!


Bu acılar yurduna bir daha ne zaman yolumuz düşer bilmem.. Ama görüp yaşadıklarımız bunlardı Ahıska’da.. Kür ırmağı boyunca uzanıp Tiflis’e doğru giden yolda ilerlerken kulağımda Pamuk ninenin acılarla dolu hüzünlü türküleri çınlıyordu.. Hoşça kal acılar yurdu.. Karabağ'ın kardeşi hoşça kal..

  

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar