HAYYAM, HAYYAM, NİŞABURLU ÖMER HAYYAM

Cennette hûriler varmış kara gözlü 

Şarabın da oradaymış en güzeli

Desene biz tam cennetlik olmuşuz

Bak bir yanda şarap, diğer yanda sevgili 


Ömer Hayyâm


Attar’ın huzurundan ayrılıp iki tarafı devâsâ servi ağaçları ile çevrilmiş bir yoldan Ârâmgâh-ı Ömer Hayyam’a doğru ilerliyoruz. Attar’ın kabri ile Hayyam’ın anıt mezarı arasında aşağı yukarı 1 km.lik bir mesafe var. Ve çok geçmeden etrafı duvarlarla çevrilmiş, bahçeler içinde yatmakta olan Hayyam’a ulaşıyoruz. İrice çakıl taşları döşenmiş güzel bir yol bizi ona doğru götürüyor. Bahçenin girişinde yolun hemen sol tarafında büyükçe bir camekân içinde Hayyam’ın  bir büstü yer alıyor.. Ve Hayyam, mermer kabri üzerinde yükselen helezonik kubbesiyle karşılıyor ziyaretçilerini.. Firuze renkli çiçek bezemeleriyle, geometrik süslemeleriyle herhalde Hayyam’ın dünyasını resmediyor bu anıt mezar.. Tanıyalım isterseniz burada yatan zâtı..


Ebu’l-feth Gıyaseddin Ömer bin İbrahim el-Hayyam.. Biz onu daha çok bir rubai şairi olarak tanıyoruz ama o devrinin saygın âlimlerinden biridir aynı zamanda.. Muhtemelen hicretin 430. yılı civarında burada, yani Horasan eyaletinin bu muhteşem şehri Nişabur’da doğmuştu.. Ömrünün çoğunu bu şehirde geçirdi.. Bir ara Semarkand’a gittiği, orada yaşadığı biliniyor.. Onun ömrü boyunca Belh gibi, Buhara ve Isfahan gibi kültür merkezlerini gezip dolaştığını da biliyoruz.. Isfahan’da iken Selçuklu Sultanı Melikşah’ın da sohbetlerine katılmış.. Kullandığı “Hayyâm” lâkabının nereden geldiği pek açık değil.. Bilindiği gibi çadır anlamına gelen “hayme” kelimesinden türemiş “Hayyâm”.. Çadır yapan, çadırcı anlamına geliyor kelime.. Hayyâm’ın bu mahlâsı nasıl aldığı, kelime ile olan ilgisi meçhul.. Aslına bakılırsa şunları da söylemek mümkün.. Kelime Arapça.. Üstelik “Ömer” ismini, Fars asıllı bir ailenin çocuğuna vermiş olması da hayli manidar.. Zira bilhassa şii çevrelerinde bu noktadaki duyarlılık herkesçe malum.. Dediğim gibi bu nokta biraz karanlık.. Neyse.. Nizamülk’ün çağdaşı, hemşehrisi ve dostuydu Hayyam.. Çok kesin olmasa da onun meşhur Hasan Sabbah ile de tanıştığı ve hatta görüştüğü söylenir. 


 

Ömer Hayyam

 

Şu bir gerçek ki, Hayyâm’ın yaşadığı asırlar, İran’da Türk sultanlarının hükümranlık devirleridir. O, Sultan Alpaslan, onun oğlu Sultan Melikşah, onun oğulları Sultan Berkyaruk, Sultan Muhammed Tapar ve Sultan Sencer devirlerini görmüş biridir. Sultanlar Sultanı Alpaslan, Bizans imparatorluğunu bozguna uğratarak Anadolu’ya ayak basmış; Melikşah, Maveraünnehir ve Harzem’den, Kaşgar’dan ve Seyhun’dan başlayan ülkesinin sınırlarını Anadolu ve Mısır’a, Akdeniz ve Kızıldeniz’e kadar genişletmiş, Abbâsi halifelerini yönetimi altına almış; Sultan Sencer, bu sınırları Hindistan ve Şam’a kadar götürmüştü. İşte Hayyam, böylesine güçlü bir imparatorluğun muhteşem veziri Nizamü’l-mülk’ün yakın dostluğunu kazanmış birisiydi. Şu da var; O’nun rubailerinde yoğun olarak göze çarpan “şarap” imgesine bakarak Hayyam’ın gece gündüz içen bir “sarhoş” gibi düşünülmesi büyük bir hata olur.. Zira o tarihin gelmiş geçmiş en büyük ilim adamlarından biridir ve özellikle cebir ve geometride, astronomide yaptığı buluşlar batı dünyasında bile hayretle karşılanmış, hayranlıkla izlenmiştir. Kaldı ki bu rubailerdeki “şarap” imgesi mecazi de olabilir, asırlar boyunca klâsik dönem şairlerinin şiirlerinde kullandıkları gibi tasavvufî bir “simge”den ibaret de olabilir pekâlâ.. Bu konu asırlardır tartışılır durur kısacası..



Hayyam'ın Kabri


Biraz önce de söylediğim gibi, “Hayyam” adını dünyaya duyuran O’nun unutulmaz rubaileri olmuştu.. Ama yine herkes bilir ki o bilhassa İbni Sinâ yolunda bir filozof ve ilim adamıydı.. Cebir, geometri, astronomi, fizik ve tıp gibi ilimlerde derin bilgilere sahipti Hayyâm.. Meşhur simalardan Necmeddin Dâye’nin onun için ileri sürdüğü; “Bahtsız bir filozof, Allahsız ve maddeci” ifadeleri acaba doğru mudur? Eğer aslı varsa, hayli ilginç ve düşündürücüdür bu iddialar.. Fakat, Hayyam’a dair bilgi veren kaynakların naklettiği çok daha enteresan bir malumat vardır ki, o bilgi dünyanın hayranlığını bir kez daha haklı olarak kazanmış olduğunu gösterir. Hayyâm, hicretin 467. yılında Sultan Melikşah’ın daveti üzerine Isfahan’a gider.. Isfahan sarayında çok sayıda astronomi bilgininin içinde yer aldığı bir heyete başkanlık eder.. Kendisinden istenen, ya da beklenen yeni bir takvimin düzenlenmesidir.. Sonuçta hepinizin malumu olan meşhur Celâli takvimi çıkar ortaya.. Çıkmış da ne olmuş demeyin..! Önce bu takvimin hazırlandığı tarihe bir bakınız.. Yıl 1074.. Ve öyle bir takvim hazırlanıyor ki, güneş yılı uzunluğundaki hata payı 5000 yılda bir gün..! İşte size “işi gücü şarap içip rubai söylemek” denilen Ömer Hayyâm’ın bundan neredeyse 1000 yıl önce bilim tarihine ve insanlığa yaptığı inanılmaz hizmet.. Diyor ki;

 

Zannetme ki haram nedir bilmez Hayyam
Ben helalle haramı karıştırmam
Seninle içtiğim şarap helal
Sensiz içtiğim su bile haram..

 

Rubailerinden biri de bu.. “Katıksız bir aşkın, su katılmadık bir sevdanın” en yalın ifadesidir bu, iyi bakılırsa.. Sevgili ile birlikte olmanın verdiği haz, mutluluk bundan daha güzel nasıl anlatılabilir ki.. Acaba buradaki sevgiliden murad ne idi, ya da kimdi bu sevgili? Herhalde bu ifadelerde önce görülmesi gereken “şarap” olmamalıdır..! Çoğu edebiyat tarihçisinin de söylediği gibi o dünyayı hiçe sayan, melâmî-meşrep, sufizmin temel felsefesi olarak kabul edilen “faniliğin” farklı bir yorumcusudur.. Çok da değil aslında bu manzumelerin sayısı.. Topu topu 100 civarında rubaisi olduğu söyleniyor Hayyam’ın.. Öyle zannedildiği gibi binlerce rubaisi de yok aslında.. Hatta O’nun sağlığında iken bu özelliği, yani rubaileri de pek bilinmiyor..  Daha doğrusu şairliği ikinci değil, belki üçüncü dördüncü plânda.. Hayyam’ın rubâi nazım şeklini seçmiş olması da tesadüf olamaz.. Zira klâsik edebiyatın bir ifade formu olarak fikir ve düşünceyi seçen yegâne yoludur rubâi.. Çünkü o da bir düşünce adamıdır öncelikle.. filozoftur.. dolayısıyla rubâi onun şair ve filozof tabiatına, dünyaya zerre kadar kıymet vermeyen rind-meşrep karakterine en yakışan ifade biçimidir ve Hayyam da o yolu seçmiştir.. Böylece o, bütün zamanların en büyük rubai üstadı olmuştur.. Çünkü o rubailerinde insanlığın ortak lisanını kullanır.. O yüzden bütün Asya’da, Hindistan’da, Anadolu’da ve Avrupa’da yankılanır söyledikleri..


 

Ömer Hayyâm’ın bahçe girişinde yer alan büstü..

 

Devletşah, Nişaburlu büyük şairlerden Şahfur-ı Eşherî’den sözederken şairin soyunun Hayyâm’a ulaştığını ileri sürdükten sonra Hayyâm’a dair şunları zikreder: “Hakîm Ömer Hayyâm’a gelince; Nişaburludur.. Çok faziletli bir adamdır. Yıldızlar bilgisinde zamanın yegâne âlimi idi. Sultanlar ona çok hürmet ederlerdi. Sultan Sancar’ın onu tahtının yanında oturttuğunu söylerler. Hâce Nasreddin Tûsî, bunu Hülâgû Hân’a nakleder ve: “Benim faziletim Ömer Hayyam’ın faziletinden yüz kat daha ziyadedir, fakat bu zamanda âlimlere hürmet etmek âdeti kalkmıştır” der. 



Makbere-i Hayyam


Târîh-i İstizhârî sahibi diyor ki; “Hâce Nizâmü’l-Mülk-i Tûsî, Ömer Hayyâm ve Hasan Sabbah, Nişabur’da beraber ilim tahsil ediyorlardı. Birbirlerinin ders ortağı idiler. Aralarında bir kardeşlik antlaşması yapmışlardı. Hâce Nizâmü’l-Mülk’ün devlet ve ikbâl yıldızı yükseldiği ve hakkıyle vezirlik makamına geçtiği vakitte Hasan Sabbah ile Ömer Hayâm, Hâce’yi ziyaret için Isfahan’a giderler. Hâce, kendilerini gayet güzel karşılar. İzzet ikramlarda bulunur ve sonra kendilerine bir arzu ve isteklerinin olup olmadığını sorar. Ömer Hayyâm; Bana Nişabur’da bir maaş bağla, ben de onunla ölünceye kadar rahat bir hayat geçireyim, arzum bundan ibarettir” der. Hâce de onun bu arzusunu yerine getirir. Sonra Hasan Sabbah’a sorar: “Sen ne istiyorsun?” der. O da; “Ben dünya işleriyle uğraşmayı daha ziyade severim” deyince, bunun üzerine Hasan Sabbah’a Hemedan ve Dinar vilayetlerinin yönetimini verir. Hasan Sabbah’ın asıl arzusu, Hâce’nin onu vezârete ortak yapması idi. Bu Hemedan’daki vazifeyi almaktan ar etti ve Hâce’ye kızdı. Ona düşman kesildi ve kalkıp gitti. Hasan Sabbah, her zaman Sultan Melikşah’ın nedimleri ile düşer kalkar, onlarla tavla ve satranç oynardı. Nihayet onları ve padişahın bütün yakınlarını kandırmayı başardı. Bir gün Sultan’a; “Sultan 20 seneden beri padişahlık yapıyor, elbette memleketin gelir ve giderinin hesabını bilmesi lâzımdır” diye bildirdi. 

 

Bunun üzerine Sultan, Nizam’ül-Mülk’ü çağırdı ve ona; “Memleketin gelirlerini ve masraflarının hesabını ne kadar zamanda yapabilirsin?” diye sordu. Hâce; “Memleketimiz padişahımız sayesinde Kaşgar sınırlarından Rum diyarına ve Antakya’ya kadar uzanmıştır. Eğer çalışılırsa bir senede bu mühim mesele hallolunur” dedi. Ertesi gece Hasan Sabbah, Sultan’a; “Eğer Sultan bu işi bana havale eder ve bana selahiyet verirse ben kırk günde bu hesapların hepsini yapar, Sultan’a bildiririm” dedi. Bunun üzerine defterhane işlerini ona havale ederek bütün muhasiplerin Hasan’ın emrinde çalışarak bu işi kırk günde tamamlamalarını ferman buyurdu. Hasan bu işin başına geçip çalışmaya başladı. Müddetin bitmesine ve Hasan’ın işi tamamlamasına az bir zaman kalmıştı. Hâce, Hasan’ın bu işi becereceğini anlayınca bir hile ve tedbir düşündü. Kendi kölesine, Hasan’ın kölesiyle dostluk kurmasını ve ona bol bol para vermesini söyledi. Ve ona; “Kırkıncı günün sonunda Hasan hesap defterini tamam etmiş bir şekilde getirecektir. Ben onu Sultan’ın çadırına alırım, sen Hasan’ın kölesini ; “Ben senin efendinin defterini görmek isterim, bakayım benim efendimin defteri mi güzel olmuş, yoksa seninki mi, deyip, defteri eline aldığında  yapraklarını darmadağınık edip perişan bir hale koy!” dedi. Böylece karar verildi. 



Hayyam türbesinin eski halini gösteren bir resim..

 

Hâce’nin kölesi kırkıncı gün, kararlaştırıldığı gibi Hasan’ın defterini altüst etti. Hâce ile Hasan, her ikisi Sultan’ın huzuruna girdiler. Sultan, Hasan’a; “Hesap defterini tam yaptın mı?” diye sordu. Hasan da; “Evet, mükemmeldir”dedi. Sultan; “Defteri getir bakalım” diye emretti. Hasan defteri açtı ama bir hile yapıldığını da hemen anladı. Eli ayağı titremeye başladı. Derhal defteri toparladı. Sultan gazâba gelerek ona bağırdı. Hâce, derhal padişaha; Ey Padişah, kulunuz daha işin başında bunu biliyordu. Bu adam bir divanedir. Fakat, Padişahımız ısrar ettiği için ses çıkarmadım. Böyle geniş bir mülkün masraf ve varidatının hesabı kırk günde mükemmel nasıl yapılabilir?” dedi. Mecliste bulunanların hepsi Hâce’ye hak verdiler ve Hasan’ı azarladılar. Sultan’ın emri üzerine çadırdan dışarı attılar. 


Hayyam


Bundan sonra Hasan gizlendi. Isfahan’da bulunan dostlarının evlerinde zamanını geçirdi. Kendisinin Reis Ebu’l-Fazl adında bir dostu vardı. Onun evine sığındı. Reis, Hasan’ın hatırını sayardı. Hasan buna da zındıklık ve mülhidlik telkin etti. Bir gece beraber otururken Reis’e; “Eğer benim kafadar bir dostum olsaydı, ben bu Türkmen Padişahının padişahlığını ve bu köylü herifin vezaretini alt üst ederdim.” dedi. Reis, kendi kendine, Kaşgar’dan Mısır’a kadar uzanan böylesine muazzam bir devleti, bu herifin böyle bir anda nasıl alt-üst edebileceğini düşündü ve bu adama mutlaka malihulyâ illeti ârız olmuştur” dedi. O gün badem yağı ve afyon tedarik etti ve yemeğine safran ve sevda illetine yarayan ilaçlar koydu. Hasan, bunu anlayınca Reis’in evinden kaçarak Deylem’in Kûhistan’ında bulunan Alamut kalesine gitti. Orada ibadetle meşgul oldu. Kalenin hâkimi, kalenin içine gelmesi için rica ettiğinde; “Ben kimsenin mülkünde ibadet edemem, sen bana kalenin içinde öküz postu kadar bir yer sat, ben de o mülküm olan yerde ibadet edeyim” dedi. 



Hayyam Türbesi - Nişabur


Bunun üzerine kalenin sahibi onun dediğini yaptı. Hasan da kaleye girdi. Kalenin içinde bulunanların hepsini yoldan çıkardı ve kendine mürid yaptı ve bir öküz postunu ince bir ip halinde kesti ve bu ipi kalenin kapısından tutarak ve kalenin Emirine haber göndererek; “Kale benim mülkümdür, sen onu bana sattın, sen artık benim mülkümde oturma, çık” dedi. Kale ahalisi tamamen Hasan’ın müridi olduğundan, kale Emiri çıkmaktan başka çare bulamadı. Çıkıp gitti. Hasan da bu suretle kaleye sahip oldu ve bunu Reis Ebu’l-Fazl’a yazdı ve; “Ben hâlâ kafadar bir arkadaşa sahip değilim, yalnızım, eğer böyle bir dosta sahip olursam çok işler yapmak fikrindeyim” dedi. Bu mel’un, halkı baştan çıkarmak için her tarafa tellallar çıkardı. Zındıklığı her tarafa yaydı. İran ve Turan ahâlisinin bir çoğu yıllarca bu mel’unların belâsına mübtelâ oldular. Eğer biz bunların ahvâlini zikretmeye başlarsak uzun sürer. Hülâgû Han zamanında bu mülhidlerin bütün kaleleri ve yerleri ele geçirildi, bu sûretle saltanatları sona erdi.”

 

Anlatılanlar böyle.. Yazılı kaynaklara geçmiş bile olsa bütün bunların gerçekliği elbette tartışılır.. Halkın muhayyilesinde zaman içinde oluşmuş, kuşaktan kuşağa aktarılmak suretiyle bir efsaneye dönüşmüş, dolayısıyla gerçek tarihle bağlarını koparmış rivayetler de olabilir bunlar sonuçta.. Ama böyle..

 

 

Ârâmgâh-ı Ömer Hayyâm - Nişabur

 

Hayyâm, belki her fânînin bir gün yüzleşmekten korktuğu şeyleri korkmadan ve çekinmeden haykıran bir şairdi. Bakınız şu rubâisinde söyledikleri ne kadar da hayatın ta kendisidir: “ Bir gün gelecek dünyada olmayacağız, halbuki dünya gene olacak.. O zaman bizden ne nam ne nişan kalmış olacak.. Evvelce biz yoktuk, yokluğumuzdan dolayı hiç bir  zarar da yoktu.. Bir gün gelip yok olduğumuzda da gene öyle olacak..” Bu düşünceler Hayyam’ın düşünceleri olduğu kadar derin bir gerçeğin de ifadesi değil midir? Diyor ki; “Maneviyat âleminin ser-levhası aşktır. Gençlik kasidesinin ilk beyti aşktır. Ey aşk âleminden haberi olmayan kişi, şu nükteyi bil ki hayat yalnızca aşktır.” Bu düşünceler kâinatın oluş sırrını içinde saklamıyor mu? Varlığın yegâne sırrı aşk değil midir? Hayyam’a dair söyleyeceklerimizi insanın insan olmak hasebiyle acziyetini ve hiçliğini bütün çıplaklığı ile ve son derece kestirmeden ortaya koyan şu mısralarıyla bitirelim: 

 

“Esrâr-ı ezel-râ ne tû dânî vü ne men

Vîn harf-i mu’ammâ ne tû hânî vü ne men

Hest ez-pes-i perde güftgûy-i men u tû

Çûn perde ber üfted ne tû mânî vü ne men”

 

Şunları söylüyordu Hayyâm: “Ezelin sırlarını ne sen bilirsin ne de ben. Bu mu’ammâlı kelimeyi ne sen okursun ne de ben. Senin ve benim dedikodularımız ancak perdenin arkasındadır. Perde inince ne sen kalırsın, ne de ben.” 



Hayyam


Evet, Hayyam’ın hayat perdesi rivayetlere göre hicretin 517 veya 518’inde iner ki milâdî tarih itibariyle bu 1123 veya 1124 seneleridir. Nişabur’daki anıt mezarının mermer taşında şunları okuyabildim.. Küllü şey’in hâlik illâ vechehû.. Ârâmgâh-ı Hakîm Ebu’l-Feth Ömer bin İbrahim Hayyâm Nişaburî.. Vefatı 517 hicrî-kameri..

 

 

 

Hayyâm’ın Kabrinde..

 

Attar’ın kabrinde olduğu gibi, Hayyâm’ın anıt mezarı çevresinde de bahçe duvarları var ve bu bahçe içerisinde kitapçılar, hediyelik eşya satan dükkânlar, çayhaneler, kalyan kahveleri gibi dinlenme mekânları bulunuyor. Bahçe içerisinde bir muhteşem eser daha var aslında.. Hatta bir değil belki iki eser demek lâzım.. Onlar da İmam Musa Kâzım’ın torunu İmamzade Muhammed Mahruk ve İmam Rıza’nın üvey kardeşi İmamzade İbrahim türbeleriyle İmamzade Mahruk Camii.. Burada, cami ve kabirlerin herhangi bir “İmamzade” adına yapılmış olması ilgi görmesi için yeterli zaten.. 


 


İmamzade Mahruk Mescidi

 

Bu cami ve türbelerde göz kamaştıran bir tezyinat göze çarpıyor.. Bunu yapanlar adeta ibadet aşkıyla yapmışlar hep bunu.. Bu eserlerin gerek içinde ve gerekse dışında asırlar boyunca birbiri üzerine yapılan, eklenen süslemeler hemen hepsinde tek kelimeyle muhteşem.. Bunun bir örneğini de işte burada, Nişabur’da, Ârâmgâh-ı Hayyâm haziresinde yer alan yapılarda görebilirsiniz..



İmamzade Mahruk ve İmamzade İbrahim Türbesi-Nişabur 


Müşcerî Bahçesi de denilen bu bahçenin hemen hemen ortasında yer alan bu türbe, çinili bir kümbete ve yüksek eyvanlara sahip.. 10. yüzyılın en güzel mimari eserleri arasında kabul ediliyor.. Kubbenin tam altında İmamzâde Muhammed Mahrûk’un kabri var.. Eyvanın mozaik çini kitabesi ve giriş kapısı Şah I.Tahmasp zamanından kalmış.. 

 

 


İmamzade Mahruk’a ait ahşap oyma sanduka..


Bahçenin bir köşesinde, türbelere yakın bir yerde İmamzade Muhammed Mahruk’un ahşap oyma orijinal kabir sandukası camdan koruma içerisinde ziyaretçiler için sergileniyor. Bu da Şah Tahmasp zamanından kalmış.. Dualarımızı bırakarak ayrılıyoruz.. Tekrar görüşmek temennileriyle tabii..  

 

 

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar