BİR ÜSKÜP MASALI

Bütün göçmüş olanlar bilirler ki, uzakta bırakılmış olan eski vatan, günün türlü dertleri arasında hatıra gelmediği zamanlarda bile, içimizde, tamiri imkânsız izler bırakarak kapanmış bir yara gibi  daima sızlayacak ve bunca hatırası kalbe dolmuş o yerlerin  bu gününe değil, ancak mazisine karşı bir hasret ve orada olup bitenlere karşı bir alâka ölünceye kadar eksilmeyecektir." 


YAŞAR NABİ

 

Üsküp.. Makedonya'nın başkenti.. Ona bugün Skopje diyorlar.. Bu şehri anlatmaya nereden ve nasıl başlamalıyım, bilemiyorum. Ne zaman Balkan şehirlerine dair bir şeyler söylemek ve yazmak istesem, bir şey gelip yüreğimin bir köşesinde düğümleniyor. İşte yine öyle.. Ama yazmalıyım Üsküb'ü.. Balkan savaşlarının sürüp vatanından kopardığı bir ailenin en küçüğü olarak uzak çocukluk hatıralarımı Vardar türküleri süslemiştir hep.. O topraklara kavuşmayı yıllarca bekledim durdum.. İçimdeki hasret yangınını Vardar Nehri bile söndüremez diye düşündüm hep.. 



Eski Üsküp

Düşlerimin gerçek olduğu anı, Üsküp'le buluştuğum, Vardar'a kavuştuğum günü unutamam.. Kimler geldi kimler geçti buralardan.. Persler, Makedonlar, Romalılar, Bizanslılar, Cermenler, Gotlar, Slav kavimleri ve Avarlar.. Aslında Türk kavimlerinden Hunlar, Avarlar, Oğuzlar, Kuman ve Peçenekler Osmanlı'nın bu topraklara gelişinden çok önce buralara gelmişti. Evlâd-ı fâtihânın Rumeli ile buluşması tarihin seyrini de değiştirir buralarda.. İstanbul henüz fethini beklerken günün birinde Gelibolu'da ayaklarını karaya basan Türk akıncılarının bir şeydâ âşık gibi sayıklarcasına koşup kollarını boynuna dolayıverdiği Rumeli, ne de çabuk kaftan değiştirmiş, bu nazlı vücûda saraylardan, hanlardan, camilerden, medreselerden, imaretlerden, köprülerden süslü elbiseler giydiren Türk zevki, devletin ve milletin ortak gayretleriyle bu toprakları nasıl da bir açık hava müzesi haline getirmiştir.. 



Üsküp'te Osmanlı Yâdigârları


Kimi gelmiş, birer mızraklı efsane kahramanı gibi, şehirlerin ismetine nöbet tutan narin minareli camiler kurdurmuş, kimi gelmiş, garibi, konuğu, Tanrı misafiridir diye ağırlayan kervansaraylar yaptırmış bu topraklarda.. İlme irfâna susamış niceleri gelmiş mektepler, medreseler kurmuş.. Temizliği imanın yoldaşı bilen niceleri gelmiş külhanlar, hamamlar inşa ettirmiş.. Ya çarşılar, arastalar, bedestenler, hanlar, dükkânlar kurup vakfeden hayır sahiplerinin gayretlerine ne demeli !? Açlığın, birçok kötülüğün anası olduğunu çok iyi idrak etmiş olan Türkler, şehirlerde, kasabalarda ne kadar çok aşhane, imarethane kurmuşlar ve bir lokma ekmek için işlenecek suçları nasıl da önceden karşılamayı bilmişler.. Ya müslüman Türklerin su sevgisi..! Çeşmeler, sebiller su kemerleri.. Bu eli açık, kapısı ardına kadar dayalı, gözü tok, gönlü pek millet bir türlü suya doyamamış, onun için de rast geldiği her köşeye ibadet derecesine varan bir şevkle sebiller, selsebiller, çeşmeler kurdurmuş.. Ya külliyeler.. Camiyi ortasına alan külliyede medrese, kütüphane, misafirhane, aşhane, mumhane, şifahane, tabhane, han ve kervansaraylarla  sosyal hayat son derece canlı bir unsur haline gelmiş.. İşte bu anlayış içerisinde önce Bursa doğmuş.. İstanbul ve Edirne gelmiş ardından.. Ve sonra diğerleri..  Filibe, Sofya, Prizren, İşkodra, Saraybosna, Manastır, Köstendil, Mostar, Eski Zağra, Banyaluka, Travnik, Budin, Şumnu, Silistre, Varna, Tırnova, Plevne, Vidin, Peşte, Selânik, Zagrep, Belgrad,  Niş ve ÜSKÜP...



Vardar ve Üsküp ele ele..

Neredeyse bütün Balkan şehirlerini gezdim. Bunlar arasında dört şehrin Osmanlı'nın medeniyet mirasını kutsal bir emanet gibi muhafaza etmeye çalıştığına, sayısız Anadolu şehrine nispet yaparcasına bunu başardığına da şahit oldum. Bu şehirler Saraybosna, Mostar, Prizren ve Üsküp'tür.



Bir Zamanlar Üsküp

Bugün hemen hemen bütün Balkan şehirlerinde iki farklı şehir yapısı karşılar ziyaretçilerini : Biri Osmanlı'dan emanet kalan "eski şehir", diğeri ait olduğu ülkenin modern yapılarıyla donanmış çağdaş şehirler. Rumeli coğrafyasında Türklüğün hâlâ çarpan kalbi olarak gördüğüm Üsküp de böyledir bugün.. Nazlı Vardar'ın akış yönüne göre sol tarafta kalan Osmanlı'nın Üsküb'ü trajik bir terkediliş öyküsünün hüznüyle yaşam mücadelesini sürdürürken, sağ tarafta Vodno Dağı eteklerine kadar uzanan bir alanda birleşik Yugoslavya'nın kucağında büyümüş zamane Üsküb'ü yer alır. Şimdilerde 500 bini aşan nüfusuyla Üsküp, müslüman kesimde daha çok Türkleri, Arnavutları, Boşnakları ve  Çingeneleri barındırırken, karşı tarafta Makedonlar, Sırplar ve diğer hristiyan etnik unsurlara ev sahipliği yapar.


Üsküp Kalesi

Yaşlı tarihin yaprakları 1392 senesini gösterdiğinde Osmanlı akıncıları Yıldırım Bayezid Han sancağı altında girerler şehrin kapılarından Üsküb'e.. Tam 520 yıl evlâd-ı fâtihânın elinde islâm mülkü olarak tarih sahnesinde boy gösteren bu kutlu şehir, tabir yerindeyse "saadet asırları"nı yaşar. Üstad Evliya Çelebi, Üsküb'ün bir zamanlar sahip olduğu zenginlikleri ; "Burada 1 kale, 45'i cuma camii olmak üzere 120 mescid, 2 medrese, 9 dârü'l-kurrâ, 70 mektep, 20 tekke, 110 çeşme, 7 kervansaray, 2150 dükkanı bulunan bir çarşı, 1 bedesten, 1 köprü, hanlar ve hamamlar vardır" şeklinde kaydederken; sağlığında Balkanları adım adım dolaşan merhum Ekrem Hakkı Ayverdi de, Avrupa'da Osmanlı Mimari Eserleri adlı eserinde bu güzel şehir için bakınız neler söylüyor : "Biz şimdi Üsküb'ün abidelerini ancak ticari bir meta mertebesinde tutan bir idareye bırakıp çekildik. O mânâ bir daha o yerlere dönmemek üzere uçtu gitti. Cenâb-ı Hak da hem kadrini bilmeyip bırakıp giden bizleri cezalandırmak, hem mahbûbu olan o evliyalar şehri Üsküb'ün ruhaniyetini yabancı ellere bırakmamak üzere zelzelesini gönderdi. Âbideleri birbirine kavuşturan bütün kan damarlarını kopardı. Geriye kalanlar birer ada gibi tek başına, etrafını yadırgayan ve yadırgatan yalnızlık içine gömüldü. Şimdi Üsküb'ün rûhu bedeninden çıkmış, eski mevcudiyetinin maddî şâhidi olarak tek-tük âbideler kalmıştır." 


Üsküp Şehir Meydanı


Evet ne hazindir ki bugün bizlere o "tek-tük" âbidelerle avunmak düştü. Beş küsur asır boyunca Üsküb'ü dünyanın en medeni, en mamur şehirlerinden biri haline getirenlerin buralardan ayrılma zamanı geldiğinde; "Her kemâlin bir zevali vardır" sözü sığınılacak tek teselli oldu. Üsküp'te Osmanlı izlerinin silinmesine Vardar üzerinde tarihe tanıklık eden "Fatih Köprüsü"nün başında inşa edilmiş olan Burmalı Camiin sosyalist Yugoslavya zamanında ortadan kaldırılması ile başlandı. Çünkü Sırplar, 1389 tarihini hiç unutmadılar. Biz millet olarak Murad Hüdavendigâr'ı unutmuş olsak da onlar unutmadılar, unutamadılar. Sonra bu köprünün adını Taş Köprü'ye çevirdiler. Üzerindeki Osmanlı'nın mührünü yani kitabesini söküp götürdüler. 



Fatih Sultan Mehmed Köprüsü 


Bunu diğer Osmanlı yâdigârı hanlar, hamamlar, köprüler, imaretler, çeşmeler, kervansaraylar izledi.. Ama bitiremediler.. Nazlı Vardar üzerindeki Fatih Sultan Mehmed Köprüsü, o eski devirlerin ihtişamıyla, o mağrur duruşuyla sadece Vardar'ın iki yakasını bir araya getirmekle kalmıyor, benimle Osmanlı dedelerim arasında "zaman köprüsü" oluyor şimdi burada.. Bir tarafını Üsküp Kalesi'ne, bir yanını Vardar Nehri'ne veren Davutpaşa Hamamı da bir "su medeniyeti"nin temiz evlatlarının bu şehre bir himmeti olmuş bir zamanlar.. Biraz ötede geçmiş asırların felaketlerini iliklerine kadar yaşayan Sultan Murad Camii, Üsküb'ün hemen her yerinden görebileceğiniz Balkanların en muhteşem mabedlerinden biri olarak karşılar sizi.. Onun bir adı da Sultan II. Murad'a nisbetle Hünkâr Camii'dir. Avlusundaki saat kulesi ise Rumeli topraklarında inşa edilmiş en görkemli yapı olmayı sürdürüyor. Camiin hemen yanıbaşında yer alan türbede Dağıstanlı Ali Paşa, hanımı ve kızı medfun.. 



Sultan Murad (Muradiye) Camii - Üsküp


Bu mabedin adını ilk kez yine bu şehrin çocuğu, büyük şair Yahya Kemal'in çocukluk anıları arasında duymuştum. Hâtıralara bayılırım.. Hele bu hâtıralar bir şairin kaleminden çıkmışsa.. Ve hele hele bundan yüzyıl önce bu şehrin yani Üsküb’ün caddelerinde çocukluğunu yaşayan birinin, Yahya Kemal’in dilinden dökülmüşse.. Bir zamanlar bu kutlu şehrin sokaklarında koşuşturmuş, annesinin ardından günler ve gecelerce gözyaşı dökmüş, izlerini bu şehrin taşlarına bırakmış bir şairin anılarına sarılıyorum bu kez.. Nefes almadan ilerliyorum onun ayak izlerinden geçen asrın Üsküb’üne.. Gelin birlikte onu dinleyelim, onun hatıralarından Üsküb’ü bir eski zaman masalı niyetine bir kez de onun kaleminden dökülen hatıralarından dinleyelim.. Yahya Kemal doğduğu Üsküb’ü ve çocukluğunu anlatıyor : “1884 Kânûn-i evvelinin 2’sinde, Üsküp'de, İshâkıyye Mahallesi'nde, büyük validem Âdile Hanım'ın konağında, bu evin cepheye doğru, sağ tarafındaki arka odada, sabaha karşı doğmuşum. Salı günü imiş. Üsküb'e o gün nâdir görülür bir kar yağmış. 1886’da, kardeşim Reşad’ın  aynı evde doğmuş olduğunu pek hayâl meyâl olarak hatırlıyorum. Annemin lohusa yatağı, evin cepheye doğru, sonundaki ön odada idi.



Mustafa Paşa Camii

1889'da, yeni yaptırmış olduğumuz evde, mektebe başladım. Mektep, Sultan Murad Câmii'nin mihrabı arkasında Yeni Mekteb denilir, beşyüz senelik bir vakıftı. Mektebe başlayışım kadim an'aneye tamâmiyle uygun oldu. Erkenden muallim-i evvel Sabri ve muallim-i sânî Ganî efendiler bizim selâmlığa geldiler; çarşıdan bana savatlı bir divit, boyundan geçirilir, sırmalı bir cüzdanlık alınmıştı. Ganî Efendi kalemi açtı, divitin mürekkebine batırdı. Bir Rabb-i yessir yazdı. Sonra üstüne şeker döktüler, bana o yazının mürekkebini şekerli şekerli yalattılar. Dışarıda, bahçede, meydanda bekleyen mektep çocuklarına birer külah şeker dağıtıldı. Nihayet bu çocuk kafilesi ; "Şol cennetin ırmakları/Akar Allah deyû deyû.../Çıkmış Tanrı melekleri /Bakar Allah deyû deyû.." ilâhîsini cumhurca "ırlayarak" yola düzüldüler. Davetliler vardı, onlar şerbet içtiler, kuşaklarını ve ceplerini şeker külâhlarıyle doldurdular, o aralık, zahir ürkmiyeyim diye, beni bir araba ile, ayrı bir yoldan, Saat Bayırı'ndan mektebe ilettiler. Annemin hazırlamış olduğu bir şilteyi, muallim Ganî Efendi'nin hoca makaamı olan, yarım kavis, mihrâbımsı yerin arkasına koydular. Maârif âlemine girişimin ilk günü budur."


Üsküp

Evet, ilerleyen yıllarda şiirleriyle Türkçe’nin yüzünü ağartacak olan bu Rumeli çocuğunun ilk mektebe başlama serüveni de o günlerin Üsküb’ünü, Balkanların bu tepeden tırnağa Türk şehrini merak edenler için bulunmaz bir fırsat sayılabilir pekâlâ.. Üsküb’ü gezerken Sultan Murad camiinin kıble tarafında, aslında ziyaretçilerin pek de farkına kolay kolay varamayacağı bir yerde muhteşem bir türbe gördüm. Kimdir, kimindir, nedir soruları havada dönüp dururken imdada yeniden üstad Yahya Kemal’in o ölümsüz hatıraları yetişmez mi? Buyurun..!



İsa Bey Camii - Üsküp

“Beş yaşındaydım. 1889 senesiydi. Yeni Mekteb'e girdim. Bu yeni mektep Üsküb'ün en mübarek tepesi üzerinde olan Sultan Murad Câmii'nin arkasındaydı. Yeni Mektep, asırlar içinde hangi eski mektebe nisbetle yeni idi. Bunu hâlâ tâyin edemiyorum. Hakikatte tam mânâsıyle eski idi. Zannettiğime göre Sultan Murâd-ı Sâni o tepede mâruf camiini bina ettiği zaman etrafına, medrese, imaret ilâve ederken onu da ilâve etmişti. Çünkü o tepede camiin teferruatından olmayan hiçbir yapı yoktu. Yeni Mekteb'in yeniliği ise zamanla yanmış ve yıkılmış olan binasının yeniden yapılmış olmasından geliyordu. İşte hoca karşısında ilk defa ders gördüğüm yer, daha İstanbul fethedilmeden önce vücûda gelen ve o zamandan beri hiçbir şeyi değişmemiş olan bu lâtif yerdi. Eğer oraya gönderilmemiş olsaydım, tahsilim doğrudan doğruya bir yeni maârif mektebinde başlasaydı milliyetimin en hoş bir hâtırasından mahrum kalmış olurdum. 



Sultan Murad Camii ve Saat Kulesi - Üsküp

Çocukluğumda olsun birkaç sene güzel mazimiz içinde yaşamış oldum. Yeni Mektep, Sultan Murad Câmii'nin arkasında “Beyan Baba Türbesi”nin avlusundaydı. Beyan Baba Türbesi, İstanbul'da bile misli nâdir görülebilen harikulade asîl bir mimarî ile yapılmış bir türbedir. Üsküb'ün ve Filibe'nin mimarîde muasırı olan Bursa devrinden bir eserdir. Pâdişâh hanedanına âit bir türbe olduğu, mermerlerin zenginliğinden ve duvarların metinliğinden derhal anlaşılır. Türbenin içinde yanyana iki mükemmel lâhid vardır. Biri kadın, biri de erkek lâhdidir. Kadına âit olanı Sultan Bâyezîd-i Velî'nin Üsküb'de ölen kızı Beyhan Sultan'ın; erkeğe âit olanı da onun kocasınındır. Bâyezîd-i Velî'nin bu dâmâdı meçhuldür. Üsküblüler Beyhan Sultan ismini unutarak Beyan Baba şekline koymuşlar ve türbeyi o namda bir evliyaya âit zannetmişler. Belki de asırların kesafeti ve halkın cehaleti, sonradan bu şekli vücûda getirmiş. Biz çocukluğumuzda “Beyan Baba”yı, beyan kelimesinin telkini ile kendisine başvuranlara meçhulü ve istikbâli haber veren bir velî gibi tahayyül ederdik. Bâyezîd-i Velî'nin kızının uğradığı bu tenâsühden bahsederken bu izahatı lüzumlu gördüm : Otuz dokuz sene sonra, yâni geçen sene Üsküb'e gittim, Sultan Murad Câmii'ni ziyaret ettim; ziyarette yanımda bulunan Kemal Bey'le beraber camiin arka tarafında “Beyan Baba Türbesi”ne yaklaştık. Kapının, binanın içindeki lâhidlerin güzelliği gözlerimi kamaştırdı. Biz tenhâ türbeyi ziyaret ederken, türbeye bitişik küçücük bir odadan, türbedâr olan Hindli bir fakir çıktı; şapkalı olduğumuz için korkmuş duruyordu. Ah, târihin garabetleri, Bâyezîd-i Velî'nin kızının türbesi, türbedâr Hindli bir derviş, Sırbistan idaresi altında bir Üsküp... İnsan kendini masal içinde sanır. Hindli dervişe Türkçe sordum : Bu kimin türbesidir? Hindli biraz durdu, bir kuş sadâsı çıkararak: "Baba... Arnavud Baba...”, dedi. Türkçe bilmiyordu. Belki nerede bulunduğunu da bilmiyordu: Kendisini Arnavutlukta ve Arnavut bir babanın türbedârı olmuş zannediyordu. Galibâ kafasında bu Arnavut kelimesi, birçok avam kafalarında olduğu gibi, sağlam müslüman mânâsına gelen bir sıfattı. 



Üsküp Kalesi'nden Vodna Dağı'na Doğru..


Maamâfih Üsküb'ün Arnavutluk olduğuna dâir hâiz olduğu malûmatı çok garip bulmadım. Bu Hindli, bu malûmatı şüphesiz ki İstanbul Türklerinden almıştı! Hindliye bir daha sordum : "Bu babanın adı nedir bilmez misin?, Bir daha tekrar etti: "Arnavud Baba...”, dedi. Menşeini sorduk "Haydarâbâd”, dedi. Zavallı Beyhan Sultan, ya İstanbul'da ya Edirne'de belki de Sivas'da doğmuş olan bu Türk kızı mimarînin kuvveti sayesinde hâlâ yaşıyordu. Lâkin kâh Beyan Baba, kâh Arnavud Baba olarak... Kim bilir, bir gün de İsveti Nikola şekline girecektir."


Yahya Kemal’in bu güzel hatıralarına daldık gittik.. Elbette maksadımız Yahya Kemal’i tanımak ve sizlere onu tanıtmak değildi.. Niyetimiz Yahya Kemâl’in gözünden Üsküb’ün o asırlarda sahip olduğu sosyal hayata bir pencere açabilmek, yüreklerinize Rumelinden bir nostalji rüzgârı estirebilmek idi..  



Yeni Üsküp

Yavaş yavaş yürüyüp eski Türk çarşısına giriyorum. Evet yadırgadınız bu ismi değil mi? Eski Türk Üsküp'ten geriye kala kala bir çarşı mı kaldı dediğinizi duyar gibiyim şimdi.. Çok değil daha 50-60 yıl öncesine kadar bu çarşıda Türkçe'den başka bir dil konuşan olursa herkes dönüp bakarmış, kim bu yabancı diye.. Şimdi ise Türkçe konuşana dönüp bakıyorlar ! Sokaklarda bembeyaz, sakız gibi kesme taşlar arasından çimenler fışkırıyor. Asfaltın zerresi olmadığı gibi ortalıkta tozdan eser yok.. Ve çarşı.. Sıradan bir Anadolu şehrinin çarşı esnafı, sabahın erken saatlerinde birer birer dükkanlarını açıyorlar.. Burada şimdi herşey çok daha tanıdık..  Murat Paşa Camii, Çifte Hamam, Kapan Han, çarşının "sembol" yapıları.. Bir de Kurşunlu Han var tabii..  Kurşunlu Han, Üsküb’ün kurşunlu kubbeleri kadar Üsküb’ün Osmanlı kimliğidir bence.. Ama gelin görün ki son zamanlarda Arnavut kardeşlerimiz Kurşunlu Han’a bir başka elbise giydirme sevdasına düşmüşler.. Bir zamanlar bu topraklarda Osmanlı’nın Türklerden bile imtiyazlı gördüğü bu vatan evlatları, bugünlerde Kurşunlu Han’ı “Arnavut Kültürünü Araştırma-Ruhani Merkezi”ne dönüştürme gayreti içine düşmüşler.. Adına da Pyetar Bogdani denen bir papazın ismini vermek isterlermiş.. Yazık ki ne yazık ! Kurşunlu Han’ı üstad Yahya Kemâl hatıralarında bir başka güzel anlatır bize.. Onu da sizlere bırakıyorum..



Karşı Mahalle


Türk Üsküb’ün çarşılarını bu gidişimde hiç olmadığı kadar sakin buldum..Türk’ün adını verdiği çarşısı eski coşkusunu kaybetmiş gibiydi.. Esnafa ait çarşı boyunca uzanan kadîm dükkanların modernizasyonu ile büyü bozulmuştu sanki.. Bu fikir hangi parlak zekanın ürünü idi kim bilir? Bu çarşının çehresini değiştirmeye çalışanlar Saraybosna’nın Başçarşısı’nı hiç mi görmezler?! Yakında sıra zemin taşlarına mı gelir dersiniz ! Kapan Han ve çevresindeki lokantalarda Üsküplü aşçıların hâlâ bütün lezzetiyle sundukları güveçte kuru fasulye ile ızgara köfteleri de olmasa buralarda "bize dair" başka ne bulunur meçhul..! Akşamın erken saatleriyle birlikte Üsküplülerin elini eteğini çektiği Türk çarşısı eski günlerini arıyor gibiydi.. 


"Vardar sularında yahya kemâl dizeleri akıntıya kapılır
bit pazarında fesime püskül bulurum
saatime köstek yokmuş diyor kunduracı Sülo
bir zamanlar / âh bir zamanlar…
bu yerlerde taşın dibinde gül biterdi
ölüye ağıt / geline türkü yakılırdı
şimdi
rumeli'de yorgun bir gramofon çalar
sen hicaz faslında bekler durursun.."  / 
Ethem Baymak

 

Köprü, El Hilâl ve Ensar gibi derneklerin Üsküb’ün kültür-sanat-edebiyat dünyasına katkılarını yakinen görme fırsatını da bulduk gezilerimiz esnasında.. Özellikle Köprü Derneği’nin, bir zamanlar sadece Makedonya’nın değil, Kosova’nın da sesi olmuş ama şimdilerde ne yazık ki sesi kesilmiş olan “Sesler” dergisi ile artık birliğinden eser kalmamış meşhur “Birlik” Gazetesinin Rumeli topraklarındaki misyonunu üstlenme ve sürdürme çabaları ümit verici görünüyor.


Kimler geldi kimler geçti Üsküp'ten beş asır boyunca..! XVI. asrın büyük âlimi meşhur Kemâlpaşazâde de bir zamanlar Üsküb'ün bu havasını teneffüs etmiş ve İshak Paşa medresesinde müderrislik yapmış.. Üsküp, sadece XV. ve XVI. asırlarda Mîrî, İshak Çelebi, Muîdî, Dürrî, Özrî, Zârî Çelebi, Atâ, Ferîdî ve Hâkî, Vusûlî Mehmed Bey gibi divan şairlerini yetiştirmiş.. Ya o büyük âlimlerimizden İsmail Hakkı Bursevî, Üsküb'ün güzelliklerini yaşamış bir zaman.. Meşhur tezkire yazarımız Aşık Çelebi'nin Gazi Baba mezarlığında yattığını söylüyorlar ama ortada mezarlıktan eser kalmamış neredeyse ! Aslında buradaki camilerin en dikkat çekici yönü; insanı hayret ve hayranlık içerisinde bırakacak çevre düzenlemeleri... Etrafındaki müslüman mezarlıkları, âdeta camilerin ayrılmaz bir parçası.. Aynı şekilde bu mezarlıklar bir evin bahçesinden daha titiz bir ilgi ve alâka sonucunda yemyeşil, pırıl pırıl ve sanki birer çiçek bahçesi... Bu manzarayı Makedonya'nın bütün şehirlerinde görmek mümkün..



Davud Paşa Hamamı


Çarşı içinde kaleye doğru tırmanırken Köse Kadı Camii önünden geçiyoruz. Yolumuz üzerinde karşımıza çıkan ve her halinden bir Osmanlı yapısı olduğu anlaşılan eski Üsküp Postane binası şimdilerde Balkan Üniversitesi olarak görev yapıyor. Üsküp Kalesi ve onun hemen altında, şehre hâkim bir tepede l492 yılında kurulmuş bulunan Mustafa Paşa Camii, yaklaşık l metre  yüksekliğindeki taş duvarların çevrelediği bir gül bahçesi içerisinde kamelyalı mükemmel şadırvanıyla çıkıyor karşımıza bu kez.. Ve Camiin yanında Mustafa Paşa türbesi.. Bu noktadan Yahya Kemâl'in doğup büyüdüğü, çocukluğunu yaşadığı yamaçları çok daha net görebiliyoruz.. O anda yine büyük şairin annesinin ölümünü anlattığı hatıraları canlanıveriyor gözümde..

 


Bizim Üsküp


İşte şurada annesinin  ölüm salâsının  verildiği, Üsküp Fatihi Paşa Yiğit Bey'in oğlu İshak Bey'in yaptırdığı İshak Bey ya da  diğer ismiyle Alaca Camii, çarşı içinde Murat Paşa Camii, Kurşunlu Han yakınlarında şirin Dükkancık Camii, sol tarafta Bit Pazarı civarında göze çarpan Üsküp Halklar Tiyatrosu binası, biraz yukarıda Hacı Balaban Camii, daha ötede Tütünsüz, Kebir Mehmed Paşa  ve Sultan Murad Camiileri.. İşte şuradaki İsa Bey Camii de İshak Bey'in oğlu İsa Bey'in hediyesidir Üsküb'e.. Avlusundaki ulu çınarın gölgesinde gözlerinizi kapatın ve o muhteşem devirlere bir hayâl yolculuğu yapın derim sizlere.. Biraz ötede prizma kubbesiyle göreceğiniz Yahya Paşa Camii ise Sultan Bayezid'in damadı Rumeli Beylerbeyi Yahya Paşa'nın hatırası.. Ve işte üzerindeki tarihî Fatih Sultan Mehmed köprüsü ile türkülerini dinleye dinleye büyüdüğüm canım Vardar nehri.. Üsküp bu haliyle ne kadar da Bursa'ya benziyor Allahım! Hatta eski Üsküb'ün şu andaki görünümüyle daha Osmanlı olduğunu söylemeye bilmem gerek var mıdır.. 



Üsküp Üsküp


Ve bir gün geldi "toplanın gidiyorsunuz" denildi, gelenler geldi, kimileri yollarda öldü, kalanlar neden kaldığını bilmedi.. Onlar böyle olsun istemediler ama oldu işte.. Gelenler yaslı, kalanlar mahzun.. Geride kalanlardan Kosovalı dost şair Altay Suroy'un dediği gibi gün geldi; "Misafirlikte unutulan çocuklar" oldu onlar.. Evlâd-ı fâtihân adını verdik onlara.. Tam beş asır süren misafirlik, eti tırnaktan ayıran acı bir ayrılıkla son buldu. O bir güzel rüya idi bitti..


"Ötelerde hanlar, camiler, şadırvanlar..
Fatih Köprüsü gülümser beride
Vardar Ovası'nı titreten rüzgâr
Dalgalandırır gönülleri de
İsmine Estergon derler
Bir yârim var Rumeli'de..
Ağlayın yıldızlarım ağlayın
Artık bizim değil Rumeli'nin güzelleri de!.."

 

İşte size bir Üsküp masalı..! Karşı tarafı hiç anlatmadın diyenler varsa onlara da şunu diyebilirim ancak.. Anlatılacak ne varsa Eski Üsküp'te, Osmanlı'nın mahzun yâdigârı Üsküp'te var. Karşıda bir şey yok! 



Sultan Murad Camii, Saat Kulesi, İsa Bey Camii, Yahya Paşa Camii


Ve dudaklarımdan istemeye istemeye dökülen "Hoşça kal güzel Üsküp, hoşça kal asla unutamayacağım güzel sevgili" sözcükleriyle, sırtını Vodno Dağı’nın eteklerine dayamış, tarihin derin uykularına dalmış güzel Üsküb’e veda ediyorum.. Hoşça kal Vardar'ın mahzun güzeli..! Hoşça kal acılar yurdu..!

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar